İstanbul-Altınoluk turu (5/8)   2 comments

5. gün

25 Ağustos Çarşamba

Gökçetepe-Çanakkale

108,21 km

Çadırda ve sekiz yüz metre bile olsa doğa içinde kaldığım için, uyanma saatimin belirleyicisi kurduğum saatin alarmı değil, birbirlerini kovalayan güneş ve ay oluyor. Nitekim bir uyanıyorum ki manzara geceyle aynı. Tepemde yusyuvarlak bir ay dede, sadece biraz yeri değişmiş. Güneş ortalıkta yok. Evrene karşı koymayarak geri yatıyorum. Bir yarım saat rötarla başlıyorum güne. Sabah sabah doğaya itaat ettim. Bütün gün de etmeye devam edeceğim. Bunu karşılık bekleyerek yapmıyorum.

Güneşe uyup geç kalktığım için, gece benimle birlikte ormanda ikâmet eden yaratıklarla beraber uyanma şerefine nail oluyorum. Sahilden içerlere doğru derin bir uğultu var. Oha, arı vızıltısı bu! Belki de milyonlarca arı. Kabus olmalı. Kıçıma, başıma, toplamakta olduğum eşyalara merak saran arılar beliriyor çevremde. İki üç tanesiyle baş edebilirim ama arkadan bir milyonu “hieee abi orada ne varzZz?” tadında vızıldadığında işin rengi değişiyor. Hızlandırıyorum toplanma işlemini.

Matı dürerken saltolar atıyorum, fotoğraf çekerken makineyi sabitleyip bir tur koşup geliyorum, çadırı bozarken baletim. Yerimde duramıyorum. Sabit geçirdiğim her saniye bir yerimde arılar bitiyor. Kahvaltı mı? Şaka yapıyor olmalısın. Bi’ sıçsaydım? Götünden sokarlar, kelimenin tam manası gerçekleşir. Yardıra yardıra çıkıyorum kamp alanından. Son hız terk ediyorum doğal ortamımı. Tek bir saniye kaybetmeden Gökçetepe köyüne tırmanıyorum gerisin geriye. Yirmibeş kilometrem var anayola. Daha önce denenmemiş, bağlantısı olup olmadığını bilmediğim bir yola gidiyorum. Ne kadar tırmanacağım da belli değil.

Gökçetepe’yi tepesine doğru tırmanırken sabahın köründe bir köpeği uyandırıyorum. Havlıyor. O da bir diğer köpeği uyandırıyor. Sonra bütün köpekler birbirlerini uyandırıyor. Bütün köpek sahipleri uyanıyor sonra. Köy uyanıyor. Bıraktığım kelebek etkisini uzatmadan, hem havlanmaktan, hem de tırmanmaktan yorulmuş bir vaziyette, bisikleti elime alıp yürüyerek çıkıyorum köyden.

Güneş! Artık saat 7 buçuğa doğru geliyor. Dün gece yediğim makarnamdan yakarak ilerliyorum. Bir an önce anayola çıkma derdindeyim. Sıcak basmadan önümdeki yolu belirlemem lazım. Sonra istediğimiz gibi mola veririz. Oh, omzumdan bir arı çıkıyor. Tişörtün içinde sıkışıp kaldığı yeri de sokmuş bir güzel. Bu gibi dertlerle yol soracak fazla kimsenin olmadığı tenha bir güzergâhta ilerlerken yazlık sitesi mahallelerinden geçiyorum. Bazı evler beton cepheleriyle çirkinliklerini sunuyorlar Saros’a doğru. Çeviriyorum pedalları, tempoyu hiç düşürmeden ilerliyorum.

Sabah yürüyüşüne çıkmış ufak bir yazlıkçı grubuna rastlıyorum. Yanlarından geçerken “günaydın” diyorum ama beklediğim tepkiyi alamıyorum. Kabul, burası bu saatte bisikletli görmek için normal bir yer değil. Ücradayız. On beş metre ilerliyorum ki arkamdan sesleniyorlar. “Gel bir çayımızı iç, kahvaltı et” diyorlar. Hazır, adrenalinimi güzel güzel pedal gücüne dönüştürüyorken üzülerek geri çeviyorum tekliflerini. Oysa azıcık interdependence kurmaya çalışıp, salt motivasyondan ziyade biraz da moralle ilerlesem hiç fena olmayacak (bir cümlede üç frenkçe sözcük kulanma sorunsalı). Sırasıyla Sazlıdere, oradan da Adilhan üzerinden devam ediyorum.

Yolun profili şu şekilde gelişiyor; Gökçetepe’den sonra hafif iniş ve pik noktaya çıkış, sonra Sazlıdere’de deniz seviyesine iniş ve Adilhan’a kadar bir iki ufak tırmanış daha. Çok zorlayıcı değil. Yolun bir bölümü gömülü sert taşların olduğu toz topraktan oluşuyor. Sabit maşalı ben biraz çalkalanmıyor değilim. Düzlüğe çıktıktan sonra gittiğim asfalt bile çok bozuk. Ama asıl boku yiyeceğimiz yer biraz daha ilerde, çok medet umduğumuz, üzerinde seyretmeye can attığımız o anayolda. Adilhan’da 35 kuruşa çay içerek, ve bir daha Moda’da çay içmemeye yemin ederek devam ediyorum. Saat dokuzu beş geçiyor ve ben Gelibolu yoluna çıkıyorum.

Daha dün gece takla atan arabaların olduğunu inşaat işçilerinden işittiğim duble yol çalışmalı Çanakkale yolundayım. Yolun eski kısmı o kadar daralmış ki, çizgi üzerinden sürmem gerek. Bu da yanımdan geçen her aracın beni sinek kaydı traş etmesi demek oluyor. Özellikle TIR’lar çok eğlenceli, önce çekip sonra geri bırakıyorlar. Gidon dediğimiz alüminyum çubuğa bir bench press demiri gibi sıkı sıkı sarılıyorum. Bir süre sonra bu sırat köprüsü inceliğinden tedirgin olarak, geniş mi geniş duble yol zeminine geçiyorum. Tozlu da olsa sıkıştırılmış topraktan oluşan hypokeimenon üzerinde ilerliyorum. Antik yunanca terimler vermekten kaçmıyorum. Töz üzerinde ilerlemek biraz toz yapıyor.

Yolun öyle bir kısmı geliyor ki, duble yol çalışmasından ilerleyemiyorum. Üstelik emniyet şeridi diye tabir edebileceğim daracık aralıktaki asfalt da düzleştirerek ezen makine tarafından “tırtırlanmış”. Sen misin amortisörsüz sabit maşayla Türkiye yollarında tura çıkan? Üç kilometre boyunca testislerimde kalan son spermlerimi de kafa kafaya çarpıştırıyorum.

Gariptir ki bugün abur cuburdan öteye gitmeyen bir kahvaltı yaptım. Hatta kahvaltı yaptım da denemez. Üstelik sıçmadım daha. Yolumun üzerindeki bir Opet’e giderek bu kutsal görevi de yerine getiriyorum. Hafiflemiş olarak yola devam ediyorum. Normalde Gelibolu civarlarında bir yerlerden saparak, köy yolları üzerinden (Balayır, Güneyli, Ocaklı, Yeniköy, Fındıklı) Kömür limanına doğru gidip orada geceleyecektim. Ertesi gün de bu yarım adanın diğer küçük ve güzel köylerinden geçerek  (Değirmendüzü, Karainebeyli, Anafartalar, Conk Bayırı, Anzak koyu…) Çanakkale’ye ulaşmaya çalışacaktım. Ancak yolun beş gündür deli mesafelerle devam etmesi ve acayip yorulmam, daha saat on ikiyi bulmadan havanın 34 dereceye fırlıyor olması ve tabii ki de yalnız olmam gibi bir düzine neden beni geri çeviriyor o yollardan. Belki daha ilerde denenecek bir rota olarak arşivlerde yerini alıyor. Gitmesek de, pedallamasak da, o yol, bizim yolumuzdur!

Nerede kalmıştık? Evet. Körfezi dönüp Opet’e sıçtıktan sonra istikametimiz Gelibolu-Lapseki feribotu oluyor. Öğlen saat bire çeyrek kala Gelibolu’na ulaşmış ve yüz kadar japon turistle beraber feribota embarke etmiş oluyoruz. Ne kadar renkli bir memleket allahım böyle! Kilometre saatimiz 70’i bulmuş ve daha günün ortasındayız. Tour de Thrace diye buna derler. Beş günde çevireceğim pedal beş yüz kilometreyi geçecek. Bir süre daha böyle gidersem motorun su kaynatması işten bile değil.

Ferahlatan bir feribot yolculuğundan sonra Lapseki’ye geçmiş oluyorum. Trakya defteri kapandı, Troya defteri açılıyor. Burada bir süre çay içip dinlenerek, Çanakkale’deki arkadaşlara tahmini varış saatimi lanse ediyorum. Her zamanki gibi sona ve molaya yaklaşan bacaklarıma acımayarak daha hızlı varacağım gittiğim yere. Bir de, Gelibolu tarafında yolu uzatmadığıma dünya üzerinde sevinecek yegane kişi olan annemi arıyorum. Peki ya babam? Babama yine söylemedim!

Lapseki ile Çanakkale arasındaki yolu sık sık yapmış bisikletli biriyle konuşuyorum. Kırk beş kilometre yol biçiyor bana. Yahu diyorum, harita otuz beş gösteriyor. Laf anlatmayın bana. Yelkenliyle seyreder gibi ince rüzgar hesaplarıyla gelmişim ben buralara kadar, önümde kalan kilometreyi mi sayamayacağım? Peeh. İki ya da üç uzun ve düz tırmanış içeren yol, yavaş yavaş altımda erimeye başlıyor. Hava yine çok sıcak, yol üstü manavlardan birinde mola veriyorum ve sıcak günün en güzel anları, tarla sulama suyunun daima devir ettiği bidonun ağzında yaşanıyor. Akan soğuk suya daldırıp daldırıp çıkarıyorum kafamı. Budur. Kızarmış kollarımı sokuyorum. Tutuyorum dakikalarca altında. İki saniye sonra kuruyacaklarını bildiğim için oyundan öteye gitmiyor bu sulanmalar. Bir poşet erik alıp oracıkta yiyorum.

Yine son yokuşta canıma okunuyor ama hemen aşağıda Çanakkale’nin uzandığı gerçeği beni dinlendiriyor. Arkadaşlara haber verdiğim saatten çok erken geliyorum. Mola verdiğim son benzincide bilindik diyaloglar yaşanıyor. “Üff İstanbul’dan buraya…” Salıyorum bisikleti aşağı, deniz seviyesine vardığımda Çanakkale’deyim. Dalıyorum sokaklarına, nasıl olsa ya sağa ya sola dönüp merkeze varacağım. Seviyorum gözle görülür, elle tuttulur boyuttaki şehirleri. Ege’nin Marmara’nın ve Trakya’nın en güzel özelliklerinin bir arada toplandığı boğaza çıkıyorum. “Dur yolcu!” diyor karşıdaki tepeler. “İki gün soluklan…”

Posted 22 Şubat 2011 by hammurabi in 2010

2 responses to “İstanbul-Altınoluk turu (5/8)

Subscribe to comments with RSS.

  1. harika bir malake olmuş emeğiniz için teşekkürler.

  2. Süper seyahat, süper anlatım, teşekkürler.

yorum yapılabilir