Yalova Erikli Şelalesi   Leave a comment

4 Nisan Pazar

Yalova – Kent Ormanı

91,87 km

Henüz “rigid fork” dedikleri şu sabit maşaya terfi edip, bir buçuk genişliğindeki marathon lastikleri de edindikten sonra elli kilometre üzeri bir test turu beni bekliyordu. Hafta içi bunalıp bunalıp tekrar yağış bırakan hava, Cumartesi gününü tertemiz etmişti. Yine aynı hafta boyunca Dağ Filmleri Festivali’nde iki tane uzun soluklu tur filmi izledikten sonra da, tertemiz göğü gören şahsın, Pazar gününün nasıl bir solo turla değerlendirileceği belli olmuştu.

Az uykuya rağmen zort diye uyanıyorum. Bir parça sucukla kaşarı çantama atıyorum. Biraz meyva var. Kuru üzüm var. Kitap falan bile aldım yanıma; o derece bohem bi tur (bkz.kitap falan). Alet edevat, yedek tişört derken, bir de bakmışım Bostancı iskelesindeyim. Yalova deniz otobüsüne binmek üzereyim. Nereye mi gidiyorum? Erikli yaylasına otlamaya. Biraz da şelale görürüz, Nisan aylarının kutsal Yalova ziyaretini gerçekleştirir, bisiklet hacısı oluruz.

Vapurdan inerken bir diğer bisikletliyle karşılaşıyorum. O da Çınarcık yönüne gidiyormuş. Yalova’da indiğim yerden simit alıp kahvaltı için duruyorum. Ama ne mümkün! İnkılâp vapuru civarındaki bütün otopark alanını toz duman etmişler. Kahvaltıyı Çınarcık’ta yaparız artık diyerek yola koyuluyorum. Üç dört rampa sonra diğer bisikletçiyle karşılaşıyorum tekrar. Çınarcık meydana varıp çayla simitleri götürürken de, o bana yetişiyor. Emre Bey de bu güzel Pazar gününü değerlendirenlerdenmiş.

İyice dinlenip, çayları yudumlayıp, ilk yirmibeş kilometrenin bacak gerginliklerini geride bıraktıktan sonra Emre Bey beni Teşvikiye yol ayrımına bırakıyor. Oradan biraz düzcene ilerledikten sonra da tırmanışımız başlıyor. Çantama marketten dahil olanlar ise bir yarım ekmek, soda, limonata, su (böyle şırıl bir ortamda çok gereksiz) ve çikolatalar.

Artık kendimi yormamayı öğrenmişim. Durarak, dinlenerek, normal bir tempoyla çıkıyorum. Rüzgar desteği çok net hissediliyor. Bakalım dönüşte neler olacak? Yol dar, kıvrılıyor, her yerden sular sızıyor. Trafik yok denecek kadar az. Dörtyüz metre kadar yükseldikten sonra yayla solumda uzanmaya başlıyor. Bir süre daha ilerleyince de Kent Ormanı’nın giriş kapısıyla karşılaşıyorum. Çınarcık’tan bir buçuk saat gibi bir sürede tırmanmış oluyorum yukarı, on beş kilometre civarı bir yol söz konusu. Yolu bilgilendiren tabelalar mevcut.

Hemen kent ormanının içindeki şelalelere gitmek gibi bir tezcanlılık göstermeyerek, kapıdan girdikten sonra solda kalan kamp alanlarına doğru yöneliyorum. Birkaç aile büyük sofralar açmış, sessizce piknik halindeler. Gayet huzurlu bir ortam. Dere kenarındaki oturaklar az güneş ve çok su sesi ihtiva ettiğinden çayırın ortasında, güneşin alnında bir masa beğeniyorum kendime. Doğruyorum sucukları, kesiyorum kaşarı, misafirimiz de geliyor hemen; bir kuçu kuçu.

İki buçuk saat orada pinekliyorum. Telefon çekmiyor ama radyo iyi çekiyor. Uçaklar geçiyor yaylanın tepesinden. Jetler uzun gaz çizgilerini bırakıyolar artlarında. Güneş bana bakıyor, ben güneşe. Utanıp kızarıveriyorum bu çırılçıplak Nisan güneşiyle, pek iyi geliyor Kasım’da solup giden tenimize. Kitabım bitiyor, kalkıyorum.

Şelalelere uğruyorum, sonra da dönüşe geçiyorum. İnişte biraz daha fazla trafik oluyor. Aşağı uçma tehlikesi olsa da virajı doğru çizgide almak gerekiyor (evet, inerken uçurum sağımızda kalıyor). Pat, iniyorum Çınarcık’a, bir çay eşliğinde yanımdaki son simidi de yedikten sonra hızla dönüşe koyuluyorum. Emre Bey’den mesaj geliyor; direk Kadıköy’e Turyol teknesi varmış (15 Nisan’dan itibaren de her gün olacakmış). Ama altmış kilometre az gelmiş olacak ki, sırf antrenman olsun diye devam ediyorum Yalova’ya. Rüzgar beklenen işkenceyi çektirmiyor.

“Bende de Sedona var” diyor bisiklete meraklı benzin istasyonu kasiyeri arkadaş. Bir tur atıyor istasyonun içinde. “Kaç kilo bu alet” diye soracak oluyor İdo iskelesinin güvenliği, ciddi para harcadığı bisikletinin yol masrafını çıkarttığını belirtiyor. Viva lan Yalova.

Dönüş yolunda başka bir bisikletliye daha rastlıyorum. Kadir Bey, Körfez’i dolanıp gelmiş. Her zamanki gibi iki tekerli sohbetler ediliyor dönüş vapurunda. Fenerbahçe maçının kalabalığından sıyrılmayı başararak eve varıyorum. Aç parantez. Elbette o akşam maça gitmediğim için stat etrafından geçmekte olan bir bisikletçi gözünden söylüyorum bu lafı. Yoksa maça gitsem ve Kayseri’yi yensek, maç çıkışında herhangi bir bisikletli umrumda olmaz. O gerizekalı da o saatte oradan geçmeyiversin! Aziz Başkan gidene kadar maça gitmeyeceğimi ve bu sezon Fenerbahçe şampiyon olmasın da kim olursa olsun mantığında olduğumu belirtmek isterim. Fatih Altaylı ajitasyon amacıyla kısaca cevaplamamı isteseydi şöyle derdim; Daum’u sevmiyorum, Zico’yu seviyorum. Alex’i sevmiyorum, Van Hooijdonk’u seviyorum. Kapa parantez. Doksan küsur kilometre yapmışım. Artık “x km yapabilir miyim acaba?”dan ziyade, “nasıl yapsam?” diye sorduğum için daha zevkli olmaya başladı turlar. Hay Allah! Higher calling’lerin artması dileğiyle…

Posted 29 Haziran 2010 by hammurabi in 2010

yorum yapılabilir